Kentsel dönüşüm ne anlama geliyor?
Bülent Şirin

Kentsel dönüşüm ne anlama geliyor?

Advert

Ben bu meseleyi kafamda evirip çevirip bir çerçeveye oturtmaya çalışırken, geçenlerde internette gezinirken bir yerde şu ifadeyi gördüm: "Kentsel dönüşüm, zenginlerin merkeze dönüş projesidir."

Bunu görünce kafamdaki bulanık görüntü bir anda netleşti. Şimdi mesele anlaşılmıştı. Geçen kış Üsküdar Belediyesi yetkililerinin Kirazlıtepe-Küplüce mahalleleri sakinleriyle yaptıkları toplantılarda ben de bulunmuş ve yetkililerin bir süre teknik açıklamalar yaptıktan sonra “bakın arkadaşlar, buralar çok değerli yerler” dediklerini kulaklarımla işitmiştim.

Biraz gerilere gidelim şimdi. 30 yıl kadar önce gazetede okuduğum bir haberde, Japonya’nın en zengin adamının iş yerine 40 dakikalık bir yolculuktan sonra ulaştığı yazıyordu. Tabii yazının ana konusu bu değildi ama benim fena halde dikkatimi çekmişti. Japonya’nın en zengin adamı neden bu kadar uzakta oturuyordu ki iş yerinden? Bu 40 dakikalık yolculuğun nehirde keyifli bir gemi yolculuğu olması ve söz konusu şahsın kahve eşliğinde günlük gazeteleri okuyor olması bile şaşkınlığımı gidermemişti.

Aradan geçen yıllarda Türkiye’de büyük şehirlerde de benzer bir durum oluştu. Şehrin dışında uzak bölgelere her türlü konfor ve lüksün bulunduğu yaşam alanları inşa edildi, “hava alanına 10 dakika, şehir merkezine 15 dakika” diye çarşaf çarşaf reklamları yapıldı ve zengin kesim oraları mesken tuttu. Fakat İstanbul’da bir muhitin Boğaz’a yakınlığı ve uzaklığının o muhitin değerini belirleyen birinci unsur olduğu gerçeği asla değişmedi. Hâttâ bu yüzden olacak, o uzak semtlerdeki yaşam alanlarından birine yalancı Boğaziçi bile yapıldı. Bu bile bizim tezimizi doğrulayan ve belki de dünyada eşi benzeri bulunmayacak bir uygulamaydı. Nasıl bir örnek verilebilir buna, mesela Paris’in uzağındaki bir bölgeye içinde temsili Eyfel Kulesi ve Şanzelize Caddesi bulunan bir site-şehir inşa etmek gibi bir şey…

Zaman ilerledikçe zenginler baktılar ki, bulundukları mekân ne kadar modern ve göz kamaştırıcı olursa olsun, kendileri İstanbul’un dağında otururken Üsküdar’da 500-600 lira kira ödeyen bir gariban ya da 70’li yıllardan kalma 50 bin liralık bir evin sahibi 10 dakika yürüyerek Boğaz’a kavuşuyor, hayatını yaşıyor. Efendime söyleyeyim, vakti zamanında gelip yerleşmiş olan Anadolu insanı Kirazlıtepe’de kahvenin önünde çayını içip tespihini sallayarak Dünya’nın en güzel manzarasını seyrediyor. Zengin de İstanbul’un dağlarında yalancıktan Boğaziçi ile kendini avutuyor. Ve sonunda merkeze dönmeye karar verdiler.

Tabii “sınıfsız, imtiyazsız, kaynaşmış bir kitle” (!) olduğumuz için şehre teşrif etmiş hakiki efendilerimizi doğrudan ve açıktan kovalamak olmazdı. Buna hem yasal hem de fincancı katırlarını ürkütmeyecek bir kılıf bulunmalıydı. O kılıf da zaten dünden hazırdı: İstanbul’da binaların çoğu eski ve depreme dayanıksız inşa edilmişti, eli kulağında olan ve ben diyeyim 7,5, siz deyin 8,5 şiddetinde gerçekleşecek büyük İstanbul depremi bu binaların hepsini tuzla buza çevirir; ben diyeyim 300 bin, siz deyin 500 bin kişi ölürdü Allah korusun. Onun için tez zamanda bu binaları yenilemek lazımdı.

Yalnız burada istemeyerek de olsa bizim oraların pek sevdiğim tabiriyle “kalkın da hep bile (birlikte) oturalım” kuralı geçerli olacaktı. Bu tabir ve kural, çok kurnaz bir zihniyeti alaya almak için söylenmişti aslında. Köylerde eski zaman evleri çok dardı. Dışarıdan birileri gelip de içeride oturmaya yer olmadığını görünce bu tabiri kullanır, herkesin ayağa kalkıp tekrar oturmaları halinde dışarıdan gelenler de dâhil herkese yer bulunabileceğini ima ederdi. İlk bakışta masum bir talep olsa da, af buyurun kimin kıçı daha büyükse onun daha fazla yer işgal edeceği de bir gerçekti. İşte yazımızın başında sözünü ettiğimiz “buralar çok değerli yerler…” ifadesi tam da bunu anlatıyordu. Buralar çok değerli yerler, bedelini ödeyebilirseniz oturursunuz, ödeyemezseniz efendi efendi size göstereceğimiz yere gidersiniz. Şimdiye kadar haybeden oturdunuz zaten.

Bu projenin başarı şansı var mı? Neden olmasın… Çocukluğumuzun geçtiği 1970’li yıllarda ilk ve orta dereceli okullardaki okuma parçalarında beynimiz yıkanırdı. Köy hayatı alabildiğine övülür; temiz hava, bol gıda, kuş cıvıltıları yazılarda cirit atardı. Şehir de yaşanacak yer değildi tabii. Trafik, kirli hava sağlıksız beslenme, stres, sıkıntı… “Sakın gelmeyin, rahatımızı bozarsınız” demekti bu. Şimdi önümüzdeki gün, ay ve yıllarda İstanbul’un dağlarında oturmanın insanın ömrüne ömür katacağı bize anlatılmaya başlanabilir. Bekleyip göreceğiz.

23 Ekim 2012 uskudar34.com

 

DİĞER YAZILAR
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR X
Balıkesir'de büyük Çepni buluşması
Balıkesir'de büyük Çepni buluşması
Sebahattin Arslantürk: Hedef dekar başına 500 kg
Sebahattin Arslantürk: Hedef dekar başına 500 kg